Welcome to Theta Wave
Adaçayının Renkleri
Morarma
Her şey ama her şey bir kedi tüyü, havada. Sesler salyangoz kabuğu şeklindeki sokağın en dar halkasında birikmiş. Güruhun dışında durmuşuz, en dışından halkanın. Ellerinde izler var, boynunda başında dikişler. Yanağında değirmi çukurlar. Omuzlarını geniş gösteren pardösünü giymişsin, on sene evvel eski karınla beraber seçtiğin. Duruşun, bakışların eski. Bu belki iyi. Sana yeniden alışmam için. Çabucak. Anıları kolayca çağırmak.
İkimiz de üç kişinin yüküyle ezilmiştik. Birbirimizi taşımak, kadını ve kocayı taşımak. Kalp dolu, kollar dolu. İki ayrı evde kurduğumuz dekoru arkamıza alıp ezberlediğimiz tiratlarla, sur içinde bir mahallede tuttuğumuz ucuz dairenin rüzgâr giren pervazlarına rağmen susabilme özgürlüğünün çakıştığı günler. Isınmıyor yerler, çıplak ayak basma. Çok çok bu.
Seni böyle görmeyi ben de beklemiyordum. Kalabalığı donduran karşılaşma anlarının böyle olduğunu da. Bir-iki adım geri gittim, mutlaka fark ettin. Üstünü örttüğüm her anı bir anda tayfuna dönüştü, hortum oldu, başka bir sarmalın eteğine tutundum. İyice yaşlanan çehrenden ne hikâyeler aktı, bıyıklarından her şeyi anladım. Ölçtüm mesafeni. Dönüşsüz, buza kesmiş, telafisi olmayan. Boynuna doğru eğildim. Yakanın içini kokladım. Ben bu gece eve gelmiyorum kokusunu, çocukların okul taksitlerinin kokusunu, babanın portakal bahçesinin kokusunu, karının tırnak arası kokusunu aldım. Hepsinin en altında senin zencefilli limon kokan esansını seçtim. Çok şükür dedim. Dergi sayfalarından tanırdım yüzünü. Ortalıkta pek görünmezdin. Ara sıra sesini duyabileceğim yerlerde yakalardım seni. Yanında çirkin kadınlar olurdu. Sakalları tütünden sararmış emektarlar olurdu. Şiirini okuyup kâğıtlarını topladıktan sonra sohbet ederdin gelenlerle. Köşelerde durup bakışına denk gelmeyi beklerdim. Ya da saklanırdım tam başını bana doğru döndürdüğün anda. Bir gece sizi gittiğiniz meyhaneye kadar takip etmiştim. Kalabalığınıza karışıvermiş, masanıza oturmuştum. Bir müddet sonra yaptığımdan utanıp kalkıp gidiverecekken beni fark etmiştin. Omzuma sımsıkı astığım çantamı yere bırakıp adımı söylemiştim.
Yatakları ortak kullandık. Bir zaman sonra çarşafları bile değiştirmedik. Yastıkta önceki gecelerden kalma ah’larla uykuya daldık. Kolunda o, kolundayım onun. Oda istedin, dünya istedin, bedenlerimizi koyabileceğimiz bir yer. O evi sen tuttun. Kontratında ismin vardı. Perdeleri asıp bir koltuk aldın. Yatağı ben seçtim. Bardaklar, tabaklar, küllükler. Eğreti, hepsi birbirinden farklı. Zamanla kitapların oraya yığılmaya başladı, çalışma masası. Tıraş bıçağı, losyonlar. Çatlak küveti doldurmaya kadar vardırdım işi. Tek başıma olsam da gidip orada oturmaya başladım öğlenleri. Bana terlik aldın.
Sana baktığımda yüreğimi kapkara eller sıkıyor. Tellerle boğuyorum kendimi. Renklerin nasıl kaybolduğunu, ahengin bozulduğunu, iki büyük damarla atan kalbin çürüdüğünü görüyorum. İçim kokuyor. Ağzımı dolduran sinekler. Boynundaki kafamı istemsiz çevirip ayakkabılarına kusuyorum.
Yalnız kaldığımız ilk an ne yapacağımı bilememiştim. Eşiği aşmak, evin balkonundan içeri girebilmek. Kendimle beraber hangi arzuyu kabul edecektim, hangi dürtülere izin verecektim, beni sana nasıl gösterecektim? Dudağımı yüzüne uzatırken açık mı olacaktı gözlerim? İnlemeli miydim, bağırmalı mı, sessizce durmalı mıydım? Şu âna kadar dönüştüğüm kadınların suretinden bir başka kadın mı türetmeli yoksa kendimi başa mı almalıydım? Bedeni bilmeyen acemiler gibi davranıp her şeyi sana bırakmakla abartılı yosmalığın ortasında ne yapacağımı bilemeyerek öylece uzanmıştım. La sesi senden geldi. Ensemin kökünden saçlarımı olanca gücünle çekip doğrulttun beni. Sonrasında gözlerim hep açıktı.
Belimden tutup doğrulttuğun benin üstünden iki çocuk geçti. Azıcık pembeleşen soğan, güzel koltuklar, manikürlü tırnaklar geçti. Yüzüme iki tokat atıp kaldırımın kenarına oturttuğun benden, uykusuzluk, susuzluk, açlık. Eksiltmeli çokça cümle, şiirsizlik, bolca sahilde yürüyüş, kilitlenen organlar aldı yürüdü. Çıkacağımız Sibirya seyahatinin resimleri kaldı aklımda. Yüzün bile silindi. Nobran şefkatini unuttum, ellerimi bağladığını, beni tavana astığını. Kuşetli vagonda bana neler yapacağını defalarca anlatışına ket vurdum. Gerideydin, tozluydun.
Yanaklarımı avucunda sıkıp ağzımdakileri almaya çalışıyorsun. Boğulacağımdan korkuyorsun. Beni çevirdiğin taksiye taşıyorsun. İkinci sınıf bir otele giriyoruz. Yatağa uzatıyorsun gövdemi. Neden hastaneye gitmedik?
Benden, yıllardır benim bellediğim deriden, altındakilerden, kıllarımdan, damarlarımdan, ter bezlerimden başka bir şey türettin. Çoğunu hatırlamıyorum şimdi. Gözlerim bağlıyken tedirginlikle seni boş odada aramam var aklımda. Üşümüş, diken diken. Ama ayağımda terlik. Koltuğun üzerine kapanmışken sen ardımda, terliklerin bir bir tabanımdan sıyrılışı var. Benden sıyırdığın ne varsa küvetin giderinde birikmiş. Suyun gitmeyişi var. Gri, pis, sabunlu. Kendi bacak aramdan senin bacaklarını görüşüm var. Suyun akışına benzer terin.
Buz kesmişim, bembeyaz. Soyup ovalayarak ısıtmaya çalışıyorsun. Limon zencefil, sen terledikçe daha fazla. Daha fazla bastırmanı istiyorum. Etime. Derinin izi kalsın. Titriyorum ama daha fazla titrermiş gibi de yapıyorum. Telaşa düş diye. Ters dönüp yüzümü yastığa bastırıyorum. Biraz daha ov diyorum, ısınıyorum. Bastırıyorsun. Sıkıp bıraktığın yerlerim önce yeşile dönüyor. Günler sonra morarıyorum.
Sararma
İkisi de çok farklıydı. Karşılaşma ve tanışma ihtimalleri dahi yoktu. Karşı karşıya gelseler de birbirlerinden hoşlanmazlardı. Öyle ayrı, öyle uzaklardı. Sokakta tesadüfen bile yan yana gelmediler. Yakın zamanlarda sapsarı kesildiler sadece. Biri karısının, diğeri kocasının yüzünde sezdi saklayışı. Bozuntuya vermediler. Bir zaman sonra koca sarardığı geceyi dahi unuttu. Kadınsa üstüne gitti mide buruntusunun.
Kızarma
Transsibirya Ekspresi’nin varacağı duraklarda neler yapacaklarını konuşurlar seviştikten sonra. Tundrayı, buzları, atları, etleri konuşurlar. Çekik gözlü çocukları, kırmızı yanaklı kızları, kılıçları, efsaneleri, Şamanları... Buhurdanlığı yenileyip uyurlar. Ayak parmakları dolanır uyurken, kadının kalçası iter çukurlaştığı yerden adamın kasığını. Uykusunda yeniden kapaklanır kıçının üstüne. Gördüğü rüyaya göre itişir kadın yanındakiyle, saçını çekebilir, yüzünü tırmalayabilir, boğazına sarılabilir. Bir gözü açık uyuduğunu sanan adam, gecenin bir vakti çişe kalkar, ne kadar işese de indiremez önündekini. Zorla uyandırır yataktakini. Akşamüstü olan biten her şey şimdi daha vahşi.
Geçirilecek birden fazla gün varsa, sur içindeki eve güneş doğar gecenin üçünde. Sekizden itibaren hep ay vardır.
Anahtar iki kere çevrilip kilidin üstünde durur.
Her seferinde dürüp çantasına attığı yeni yıkanmış çarşafları serer kadın, adam kırışıklıkları düzler çekiştirip. Yastık kılıfı, nevresim. Kaçak yıkanmış. Koltuk üstüne serilen battaniye. Lekeli. Sigara yanıklı, tatlı tuzlu dökülenlerden. Yoga pozisyonlarında geçen koca bir gün.
Aşağı bakan köpek.
Çocuk.
Yarı yol. Uttanasana.
Aşağı bakan köpekten yana dönüp göğsünü güneşe açar pozisyona gelirken, devamında savaşçı pozuna geçerken -en çok- dayanamayıp kapanır üstüne. Hareketin ta başında yakalamayı sever ama. Aşağı bakan köpekte.
Adaçayı yakarlar emayede. Evin her tarafını elindeki kapla dolaşır. Kesif kokuda öksürürler. Saatler süren yalanmaların, ısırmaların, tırmalamaların sonunda pozisyon hep aynı: Savasana. Avuçlarını havı dökülmüş halıya bastırıp yerden omurlarını düzeltecek bir güç beklerler. Tütsü biter. Külleri orada burada. Bu dağınıklık en çok özgürleştiren onları. Tozu alınmış konsolların ötesinde.
Nasılları geçmiş kadın. Cinsinin buharında yoğunlaşmış. Fallusun etrafında halkalanıp dönen şiirin gırtlaktan yükselen kırçıllı sesine göre kıvırıyor. O geçtikçe isimleri, dizleri, ölçüleri unutuyor şair. Bir yerde duruyor, aklı başına gelmiş gibi. O gün bağlamaya başlıyor elleri. Arkasında, önünde. Tavana, yere. Çakılı, uzantılı. Ağrılı. O çıplaklıkta ayakları iyice üşümesin diye ayak ısıtıcısı alıyor. Başına doğru kapanırken kasıklarıyla ayaklarının altında sımsıcak hava akımı kadının.
Halasana.
Astangasana. Tıngırdayan tuhaf müzikte. Mantrası şair.
Ayak parmakları dudaklarda, kasığın içi belde, diş koltukaltında, kalça başta. Karışıklığın hareketsizliğinde. Anahtarı kilidin üstünde bırakmayı unuttukları tek seferinde. Suntadan kapı. Pis kapı. Aciz. Ucuz. Kredi kartıyla açılan kilidiyle avam.
Tutkunun yoğunluğu ya da tabunun katılığı ne kadar kalın olursa olsun yüzeyden geçebilen tek şey utanç.
Translated by Eylul Deniz Doganay
Eylul Deniz Doganay was born on May 24th, in 1996, in Istanbul, Turkey. She discovered her interest in the English language at a young age, and therefore focused on foreign languages and translation. She is currently continuing her higher education at Bilkent University, where she added French to her working languages and aspires to become an interpreter. She took on her first long-term project when she began translating the works of Nazli Karabiyikoglu in the summer of 2018, as she believes in the particular work and its universal value, and the translator’s mission to convey that value.